Kardes Türküler
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Kardes Türküler


 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  
asdfsadfsdfsfsa
sinan (157)
157 Mesajlar - 48%
Nâgihan (48)
48 Mesajlar - 15%
DevrimEmekleBüyür (40)
40 Mesajlar - 12%
Barikat (36)
36 Mesajlar - 11%
Gelincik (23)
23 Mesajlar - 7%
onurumut (10)
10 Mesajlar - 3%
Déngé Dayikan (6)
6 Mesajlar - 2%
KardesTurkuler (5)
5 Mesajlar - 2%
vartinik (2)
2 Mesajlar - 1%
adiloşbebe (1)
1 Mesaj - 0%

Paylaş|

AKP hegemonyasının tarihsel kökenleri

Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
YazarMesaj
sinan
    

Yönetici

sinan
Erkek
Yay
Ejderha


Mesaj Sayısı : 157


Puan : 444

Rep : 3

Doğum tarihi : 18/12/76

Kayıt tarihi : 20/06/11

Yaş : 47

Nerden : Almanya

AKP hegemonyasının tarihsel kökenleri Empty
MesajKonu: AKP hegemonyasının tarihsel kökenleri AKP hegemonyasının tarihsel kökenleri EmptyC.tesi Haz. 25, 2011 10:45 pm

AKP hegemonyasının tarihsel kökenleri







AKP hegemonyasının tarihsel kökenleri 1309080363
MUTLU ARSLAN


12 Haziran seçimlerinin en belirgin sonucu, AKP’nin liberalinden muhafazakârına, İslamcısından çağdaşlaşmacısına, marjinalinden merkezdekine kadar Türkiye sağının tek taşıyıcısı haline gelmiş olmasıdır. 1970 yılında Milli Nizam Partisi’nin kurulmasıyla Türkiye Sağı’nda yaşanan çatallaşma, AKP’yle birlikte ortadan kalkmıştır. Başta Turgut Özal olmak üzere Türkiye sağındaki tüm siyasetçilerin ana hedeflerinden biri olan bu tarihsel birleşme neticesinde AKP geçmişte Demokrat Parti ve Adalet Partisi’nin aldığı oy oranlarına ulaşmıştır.
Bugün Türkiye Sağı’nın biricik mirasçısı konumunda olan AKP, kendisinden önce pek çok siyasetçinin, hatta 1990’lı yıllarda Süleyman Demirel’in bile sağlayamadığı bu başarıyı Türkiye’nin ve dünyanın içinden geçtiği neoliberal dönüşüme gösterdiği uyuma ve kitlelerle kurduğu siyasal bağın kıvraklığına borçludur. Türkiye Sağı’nda benzer bir uyum ve kıvraklık hikâyesine sahip diğer iki parti ise AKP’nin bilinçli biçimde kendi ismiyle yan yana anmaya gayret gösterdiği Demokrat Parti ve Anavatan Partisi’dir. Dolayısıyla bu üç partinin siyasal geleneğine yakından bakmak, Türkiye’nin siyasi tarihinin kodlarını çözülebilmesi için önemli veriler sunacaktır.


TÜRKİYE MODERNLEŞMESİNİN MİLLİYETÇİ-MUHAFAZAKÂR DAYANAĞI

Cumhuriyetin ilanıyla birlikte Türkiye’de modernleşmenin temel paradigması olarak görülen Kemalizm; inkılâpçı, ilerlemeci, batıcı ve hümanist bir aydınlanma çizgisi üzerine inşa edilmiştir. Kemalizm, dinsel düşünce ve yaşam tarzını ‘gericilik’ (irtica) olarak ele alarak, bastırılması ve kurtulunması gereken bir olgu olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyla İslamcılık, siyaseten, Kemalist modernleşme paradigmasından dışlanmıştır.

Din ile arasına belirgin bir mesafe koyan Kemalizm’in kültür/kimlik alanındaki boşluğunu tahkim edebilmek üzere, Ziya Gökalp’in simgelediği ‘medeniyet-kültür’ ayrımına dayalı Milli Kimlik anlayışı bu paradigmanın içerisine dâhil edilmiştir. Buna göre modernleşme, ‘Türk Ruhu’nu ihya edecek bir ilaç olarak görülmüştür. Bugün hâlâ dillere pelesenk olan “Batı’nın teknolojisi, bizim kültürümüz” anlayışı giderek gelişmiştir.

Milli Kimlik anlayışının Kemalist modernleşmeyle bu denli iç içe geçmiş olması ve Kemalizm’in kitlelerle kurduğu bağı geçmişten gelen bir süreklilik üzerinden tanımlamaya çalışması, muhafazakârlığın modernleşmeye içsel bir olgu olarak nüfuz etmesine neden olmuştur. Milli kimlik esasına dayalı bir ‘kutsallık’ ve ‘aşkınlık’ tanımlaması, Türkiye modernleşmesinde muhafazakâr bir damarın kök salmasını sağlamıştır.

İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte giderek artan ekonomik sıkıntılar ve politik baskılar genç Cumhuriyetin, kitleler nezdinde siyasal ve manevi olarak derin bir meşruiyet krizine sürüklenmesine neden olmuştur. Bu meşruiyet krizi, Kemalist paradigmadaki İslamcılık/din karşıtı söylemin zorunlu olarak gevşemesine yol açmıştır. Dönemin ‘komünizm karşıtı söylemi’, Türkiye modernleşmesinin din ile yakınlaşmasını kolaylaştırmıştır. Devlet aklı bir yanda reel sosyalizm deneyimini çok daha ciddi bir tehlike olarak kodlarken, diğer yandan ise dini muhafazakârlık da laik devlete olan tepkilerini komünizme yöneltmiştir. Komünizmle Mücadele Dernekleri, bu dönemdeki yakınlaşma ve işbirliğinin en önemli araçlarından birisidir.

Egemen modernleşme paradigmasıyla İslamcılık arasındaki bağın kurulmasını kolaylaştıran unsur ise ‘milliyetçilik’ olmuştur. Milliyetçilik dolayımıyla modernleşme paradigmasına eklemlenen İslamcılık, kısa zamanda hem milliyetçiliği hem de modernleşme düşüncesini yepyeni bir muhtevaya bürümüştür. ‘Millicilik’ söylemiyle ‘İslamcılık’ söyleminin iç içe geçmesi, İslamcı hareketin siyasal hareket alanını da geliştirerek, cemaat ilişkileri, sembolik değerler ile modern ekonomik-teknolojik yapılar arasında kendine özgü bir bireşim ortaya çıkarmıştır.

Milliyetçi-muhafazakâr söylem, modernleşme hareketinin popülizmle birleşmesinin en önemli aracılarından birisi olmuştur. Hem bir ahlak hem de milli birliğin bütünleştiricisi olarak din, giderek resmi ideolojiyle içli dışlı olmuştur. Bu kompozisyona dayalı modernleşmenin siyasal odağı ise, ‘milliyetçilik-muhafazakârlık-modernlik bileşkesi’ üzerine inşa edilen ‘Merkez Sağ’ olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’de merkez sağ siyaset, hegemonik ve popülist siyaset kurabilmek bakımından doğal bir avantaja sahip hale gelmiştir. Bu ontolojik avantaj, dünya konjonktürünün de elverişli ortam sunduğu dönemlerle çakıştığında, Türkiye’deki sağın hegemonik siyaset ortaya koyabilmesini kolaylaştırmıştır.



MUHAFAZAKÂRLIĞIN DEMOKRASİYİ KEŞFİ: DEMOKRAT PARTİ

Türkiye’de çok partili siyasal hayat 2. Dünya Savaşı sonrasında, dönemin kendine özgü koşulları altında biçimlenmiştir. O dönemde Türkiye’deki tek partili siyasal rejimin, savaş sonrası dünya çapında oluşan siyasal yapıyla ve değerlerle uzlaşmadığı yolundaki eleştiriler, çok partili yaşama geçişi adeta dayatmıştır. CHP içinde Celal Bayar ve Adnan Menderes tarafından başı çekilen bu eleştiri hareketi uluslararası konjonktürle de bağlantılı olarak, ‘demokrasi söylemi’ üzerinden gelişmiştir. Bu söylem, bir yandan Cumhuriyete sahip çıkarken Cumhuriyet Halk Partisi’ni eleştirebilmenin ‘anahtar’ı haline gelmiştir. Bu anahtar kavram, kuruluşundan itibaren Demokrat Parti’nin en önemli silahı olmuştur.

Demokrasi demek, tek parti, tek şef sistemine “artık yeter” diyebilmekti ve adeta bunu söyleyecek bir örgütün işareti bekleniyordu. CHP, Cumhuriyet Devrimi’nin uygulayıcısı olarak, ‘laiklik’, ‘ulusçuluk’ ve ‘ekonomide devletçilik’ politikalarının yanı sıra modern/batı kültür politikalarına hizmet eden bir siyasal iktidar olurken, bu iktidara karşı tepkilerin adresi ise DP olmuştur. Adnan Menderes bu durumu, “DP, tek parti yönetimine son vermek isteyen herkesin partisiydi” diyerek en açık biçimde ifade etmiştir.

Çok partili hayata geçişle birlikte ortaya çıkan bu siyasal kamplaşma, bu sürecin devamında iktidara gelecek olan Demokrat Parti’nin hegemonik/popüler siyaset tarzının da sırrını ortaya koymaktadır. Popülizmin iki ön koşulu vardır: İlki, halkı iktidardan ayıran içsel antagonist sınırın oluşumu; ikincisi ise, halkın ortaya çıkışını mümkün kılan eşdeğerliğe dayanan bir talep eklemlenmesi. Ernesto Laclau’ya göre ‘eşdeğerlik’, halkın doyurulmamış taleplerinin birikimi ve kurumsal sistemin bu talepleri farklılık biçiminde özümseme konusundaki yetersizliğiyle oluşur. Demokrat Parti örneğine baktığımızda, ‘baskıcı bürokratik devlet geleneği’ bu fonksiyonun ilk koşulunu, ‘bu yaşam tarzından rahatsız olanların ortak itirazı’ ise ikinci koşulunu oluşturduğu söylenebilir. Nitekim Demokrat Parti, 1945’ten en azından 1952’ye kadar, neredeyse tüm toplumsal kesimlerin aktif ve coşkulu bir desteğini kazanmış, hatta o dönemde yasadışı faaliyet gösteren Türkiye Komünist Partisi bile 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’yi desteklemiştir.

DP’nin halkla ve onun değerleriyle iç içe olma çabalarına karşı CHP’nin refleksi daha da bürokratizme sarılmak olmuştur. Halkın gündelik yaşamında, memurlardan jandarmaya kadar bürokrasinin tüm kollarının büyük bir bıkkınlık yarattığının farkında olan Demokrat Parti’nin muhalefeti esas itibariyle bürokratizm üzerinden şekillenmiştir. Üstelik bu eleştiriyi büyük bir ustalıkla demokrasi kavramıyla iç içe geçirerek yeniden üretmeyi başarmıştır. ‘Millete’ karşı ‘devletliler’ dikotomisi, Demokrat Parti’nin demokrasi söyleminin merkezine oturmuştur.

Sağ siyasal söylemde, demokrasinin tarihinin Cumhuriyet’in kuruluşuyla değil de Demokrat Parti’nin kuruluşuyla başlatılmasının anlamı farklıdır. Bu durum, sadece tarihsel bir olay değildir; Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, ‘milletin gerçek temsilcilerinin’ iktidarı devralması, Millet İradesinin tecil etmesidir. Millet iradesiyle kurulan bu özdeşlik ilişkisi, DP iktidarının ilerleyen yıllarında, anti-demokratik ve otoriter pek çok uygulamanın da bizatihi gerekçesi haline dönüşmüştür.



MUHAFAZAKÂRLIĞIN POPÜLERLEŞMESİ VE DEMOKRASİ: ANAVATAN PARTİSİ

Demokrat Parti’nin iddiaları ve kadroları, günümüze kadar Türkiye siyasetinde önemli bir yer işgal etmiştir. DP, 27 Mayıs darbesiyle iktidardan indirilmiş olmasına rağmen, aynı siyasal geleneği sürdürme iddiasındaki Adalet Partisi, hızla onun yerini almıştır. Demokrat Parti’nin mirasçısı olduğunu her defasında vurgulayan Adalet Partisi, 12 Eylül 1980 darbesine kadar, Türkiye’deki siyasal sistemin en önemli aktörlerinden biri olmuştur. Ne var ki, 1960 ile 1980 arası dönemdeki siyasal ve toplumsal yapı, Adalet Partisi’nin gerçek anlamda hegemonik bir siyaset kurmasını engellemiştir.

Demokrat Parti benzeri bir siyasal tarzı yürütmeyi mümkün kılan iç ve dış gelişmeler, 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında oluşmuştur. 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan toplumsal muhalefet hareketlerinin darbe ile bastırılması, baskıcı ve antidemokratik 1982 Anayasası ile siyasal-toplumsal alanın tam bir kontrol altına alınması yeni dönemi adeta ‘işlenmeye hazır’, ‘pürüzsüz bir alan’ haline getirmiştir. Dünya çapında ise, 1970’lere damgasını vuran ekonomik krize çözüm olarak ortaya atılan neo-liberal ekonomi politikaları ve ‘yeni sağcı’ hegemonik proje hızla yaygınlaşmaya başlamıştır. Demokrat Parti nasıl ki, sosyal refah devleti anlayışının yükselişe geçtiği bir dönemin genişleme sürecinin olanaklarını arkasına alarak hareket etme imkânına sahip olduysa, bu dönemde siyaset sahnesine çıkan Anavatan Partisi de, neo-liberal anlayışın yükselişe geçmesinin ve dünya çapında yaşanan ekonomik genişlemenin avantajlarıyla donanmıştır. Bu süreç ANAP’ı iktidara taşırken, onun temsil ettiği ‘milliyetçi-muhafazakâr’ çizgiyi de yükselen bir değer haline getirmiştir.

ANAP’ın iktidara geldiği yıllar, refah devletinin çözülüşünün ardından, neo-liberalizme dayalı ‘yeni sağ’ politikaların yükselmeye başladığı döneme tekabül eder. ‘Serbest piyasa’ ve ‘küçük ama güçlü devlet’ ilkelerine dayanan yeni sağın siyasi rasyonalitesi ise, neo-liberal ve milliyetçi-muhafazakâr öğelerin bir sentezidir. Açıkçası, ANAP’ın bu senteze uyumlu hale gelmesi/gelebilmesi için çok çaba harcamasına ve yaratıcı olmasına gerek kalmamıştır. Demokrat Parti’den itibaren Türkiye’deki merkez sağ siyasetin temel yönelimlerindeki küçük düzenlemeler, ANAP’ı Türkiye’deki ‘Yeni Sağ’ın’ siyasal aktörü haline getirebilmiştir. Küçük düzenlemelerden kasıt, merkez sağa içkin olan ‘liberalizmin’ ve ‘muhafazakârlığın’ dozajının arttırılması olmuştur. Daha önceleri sağın kendi dili içinde bir kavram olarak görülen Türk-İslam Sentezi söylemi, 12 Eylül süreciyle birlikte siyasetin merkezine yerleşmiştir. Muhafazakâr yaşam tarzı, ‘avam’a ait bir değer olmaktan çıkarak, hızla kentlilerin ve bürokrasi kademelerinin yaşam biçimi haline gelmiştir.

ANAP’ın bu dönemdeki bir diğer başarısı(!) ise, yine Demokrat Parti’den itibaren sağın temel ‘demokratik’ ilkelerinden biri olan bürokratik-devlet karşıtlığını, neo-liberal ‘küçük ama güçlü devlet’ anlayışı çerçevesinde yeniden üretmesi olmuştur. “Devlet milleti için vardır” formülasyonu, DP çizgisi ile neo-liberal söylemi buluşturmuştur. Özal, bir yandan bürokratizme karşı bir söylem geliştirirken diğer yandan da son derece politik ve ekonomi politik birçok konuyu, sistemli olarak ekonomik-teknik sorunlara indirgemeye çalışmıştır. Toplumda başlatılan genel depolitizasyon sürecinin tamamlayıcı parçalarından biri olan bu teknokrat güzellemesi, geçmişin politikasını, hatta parlamento içindeki politikayı ‘ideolojik’ ve ‘kötü politika’ olarak tanımlamıştır. ANAP’ın ‘siyaseti kovma’ anlayışı, dönemin politik zeminiyle de örtüşmüştür. 1980 öncesinin aşırı ve radikal siyasallaşmasından yılmış ve üç yıl boyunca askeri rejim altında ‘biçimlendirilmiş’ olan toplum, siyasetten uzaklaşma eğilimine girmiştir. Bu durum, Özal’ın meşhur “dört eğilimi birleştirdim” iddiasıyla temsilini bulan, ideolojilerden ve siyasetten arındırılmış politika söylemini beslemiştir.



MUHAFAZAKÂRLIĞIN DEMOKRASİYİ İLHAKI: ADALET VE KALKINMA PARTİSİ

1980’li yıllarda, Özal tarafından uygulamaya koyulan yeni sağ politikaların kendi içinde taşıdığı kriz potansiyelleri, bu hegemonik siyasetin sürdürülemez hale gelmesine hatta 90’lı yıllardan itibaren derin bir krize sürüklenmesine yol açmıştır. Kriz sadece ekonomik ve siyasal alandaki alt üst oluşla sınırlı kalmamış, rejimin temel ayakları olan ‘laiklik’ ve ‘milliyetçilik’ söylemlerinin kökten aşındığı bir rejim krizine dönüşmüştür. Siyasal İslam geleneğinin ve Kürt hareketinin eriştiği politik ve kitlesel güç, devlet rasyonalitesini tehdit eden bir düzeye erişmiştir. 90’lı yılların ikinci yarısında 28 Şubat Süreci ve Abdullah Öcalan’ın yakalanması gibi kimi müdahalelerle bu kriz bastırılmaya çalışılsa da, ortaya çıkan tabloda egemen sınıfların siyasal çıkarlarını temsil edecek ve aynı zamanda kitlelerle buluşturacak bir hegemonik siyasal aktör bulunamamıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ortaya çıkışını hazırlayan siyasal ortam, Türkiye’nin küresel yeniden yapılanma sürecine eklemlenmesi sırasında patlak veren kriz olmuştur. Küreselleşme ile uyum içindeki büyük sermaye kesimlerinin taleplerinin taşıyıcısı olacak kitle desteği olan bir siyasetin oluşturulamaması nedeniyle, içe kapanmacı-otoriter siyasal eğilimler güç kazanmaya başlamıştır. AKP ortaya çıkan bu yarılmayı iyi süzerek ve kendisini iktidara taşıyacak siyasal hattın, sermayenin çıkarları ile geniş kitlelerin talepleri arasında bir köprü oluşturmak olduğunu görmüştür.

AKP’nin ortaya çıkışında ve siyasal çizgisinin oluşturulmasında 28 Şubat Süreci’nin özel bir önemi vardır. 28 Şubat süreci, siyasal İslamcı harekete ve onun kitle tabanına -en azından belli bir süre- devletle ve egemen sınıf güçleriyle açıktan karşı karşıya gelinmemesi gerektiğini göstermiştir. Yıllarca Batılı değerlerle uzlaşmaz karşıtlıklar üzerinde yükselen bir siyasal geleneğin, kendisini var edebilmek için Batılı değerlere yaslanmayı zorunlu görüyor olması, hareketin siyasal merkezinin ve söylemlerinin de yeniden formüle edilmesini zorunlu kılmıştır. Siyasetin merkezine doğru yapılan bu ‘politik göçü’ başlatan ve geliştiren dinamik, 28 Şubat Süreci olmuştur.

AKP’nin politik göçünün hedefine ulaşabilmesinin iki koşulu vardır. İlki, kendi kitle tabanını bu göçe ikna etmek; ikincisi ise Batıyla bütünleşme yolunda bir siyasal programı hayata geçirmesine imkân sağlayacak sınıfları yani büyük sermayeyi ikna etmek. Her iki kesimin de işbirliği ve pazarlık sürecine ihtiyacı olması, AKP’nin geleneksel tabanının talepleri ile egemen sınıflarının uzun erimli çıkarlarının buluştuğu yeni bir hegemonik siyasetin kapılarını aralamıştır. Siyasal gücün merkezinin toplum olduğunu iyi süzen AKP, hızla siyasetin de merkezine yerleşerek ‘milliyetçilik’, ‘muhafazakârlık’ ve ‘liberalizm’ ekseninde şekillenen sağın temel söylemlerini yeniden üreterek, kitleselleştirmiştir.

Demokrat Parti, Anavatan Partisi ve Adalet ve Kalkınma Partisi ortaya çıktıkları dönemde, egemen siyasal söylemin marjinlerinin dışında kalan bir siyasal-kültürel kodlamanın ürünü olarak görülseler de, bu dönemlerdeki temel fonksiyonları, yaşanan meşruiyet krizlerinin aşılmasına hizmet etmek olmuştur. Geleneksel-devlet siyasetinin kendi başına işleyemez hale geldiği dönemlerde, bu partiler, kitleleri siyasetle buluşturarak, sistemin sürdürülebilirliğini ve yeniden üretimini sağlanmıştır. Demokrat Parti’den bu yana kitleleri siyasetle buluşturmanın alanı daima muhafazakârlık ekseninde biçimlendiği için, modernleşme süreci giderek daha muhafazakâr bir görünüme bürünmeye başlamıştır.


Kaynak : BirgüN
Sayfa başına dön Aşağa gitmek

AKP hegemonyasının tarihsel kökenleri

Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
1 sayfadaki 1 sayfası
Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Kardes Türküler :: - HABERLER - :: IC POLiTiKA HABERLERi-
İstatistikler - Top 10
En Çok Yazan
Yeni Konu / Mesaj
Kullanıcı AdıMesajları
Konu
Tarih
Yazan
sinan (157)
157 Mesajlar - 48%
Nâgihan (48)
48 Mesajlar - 15%
DevrimEmekleBüyür (40)
40 Mesajlar - 12%
Barikat (36)
36 Mesajlar - 11%
Gelincik (23)
23 Mesajlar - 7%
onurumut (10)
10 Mesajlar - 3%
Déngé Dayikan (6)
6 Mesajlar - 2%
KardesTurkuler (5)
5 Mesajlar - 2%
vartinik (2)
2 Mesajlar - 1%
adiloşbebe (1)
1 Mesaj - 0%
Son Konular
Konu
Yazan
Özgür Sanat Girişimi, duyarlı olan bütün sanatçıları sınıra çağırıyor
Yazan:
Tarih: Çarş. Kas. 05, 2014 4:51 am

Kızılderili Çocuk Teması
Yazan:
Tarih: Ptsi Ara. 05, 2011 5:49 am

Yoldaslar Tema
Yazan:
Tarih: Salı Kas. 29, 2011 7:56 am

Kirli bi Cocuk yüzüyüm - Radyo Temasi
Yazan:
Tarih: Ptsi Kas. 28, 2011 10:19 am

Che Gue Vara - Temasi
Yazan:
Tarih: Ptsi Kas. 28, 2011 10:07 am

Eller YorgunYürekyorgunGözlerYorgun - Radyo Temasi
Yazan:
Tarih: Ptsi Kas. 28, 2011 10:06 am

OZAN DiRENC YANMA BiR DAHA TEK MP3
Yazan:
Tarih: C.tesi Kas. 19, 2011 11:04 am

CEVDET BAGCA - GÖC - TEK MP3
Yazan:
Tarih: Salı Kas. 01, 2011 1:03 am

Ünol Büyükgönünç Güzel Günler Görecegiz 1998
Yazan:
Tarih: Paz Ekim 30, 2011 2:44 am

Yunus Kamay Işçi Kardeşim FuLL Album
Yazan:
Tarih: Paz Ekim 30, 2011 1:09 am











KARDEŞ TÜRKÜLER  ©  2011     -     By Nâgihan
Yetkinforum | ©phpBB | Bedava yardımlaşma forumu | Suistimalı göstermek | Son tartışmalar